Robert Fisk, Türkçe’ye “Kürtler yeterince ders aldı mı?” başlığıyla çevrilen yazısında mazlum Kürt ulusunun yakın tarih boyunca uğradığı ihanet ve haksızlıkları olgularla sıralıyor.
“Kürtler ihanete uğramak için doğmuşlardır” yargısıyla açılan yazı, Kürtlerin devlet kurma şanslarının ellerinden nasıl alındığından başlayarak Türkiye, Saddam, İngiltere ve Amerika tarafından nasıl kullanıldıklarını ve ihanete uğrayarak katliamlarla karşı karşıya kaldıklarını anlatıyor. Ancak, Suruç’taki saldırının anlatıldığı bölümde çok önemli sayılmayabilecek bir olgusal hata yapıyor. Fisk, Suruç’taki saldırının Türkiyeli Kürtlere (Turkish Kurds) yapıldığını söylüyor:
“Böylece IŞİD Kobane’nin yeniden inşasına yardım için giden Türkiyeli Kürtleri (saldırıya uğrayanlar SGDF’nin çağrısıyla yola çıkan sosyalist gençlerdi ancak Fisk “Türkiye Kürtleri” demeyi tercih etmiş) Suruç’ta korkunç bir intihar saldırısıyla vurduğunda, PKK’nin iki Türk polisinin öldürülmesinin sorumluluğunu üstlenmesi bunu takip etti, Türkiye IŞİD karşıtı operasyon adı altında PKK’yi vurmayı tercih etti.”
Ortadoğu tarihine hakim, aklıselim bir gazeteci olan Fisk’in bu olgusal hatası elbette affedilebilir. İhanete uğrayan mazlum Kürtler anlatısında hiç sırıtmayan bir yanılgıdır bu. Fisk’in saldırıda hayatını kaybedenlerin etnik kimliklerini özellikle araştırma ihtiyacı duymaması, saldırının Kürt hareketine yapıldığı ve zaten Kürtlere sürekli saldırıldığı dikkate alındığında gayet normal karşılanabilir.
Üstelik, Kürt olarak anılmak barış yanlısı Türkiyelileri, Kürt hareketine sempati duyan Türkleri ve saldırıda hayatını kaybeden gençlerin sosyalist arkadaşlarını rahatsız edecek değildir. Yine de, Fisk’in bu oldukça anlaşılır yanılgısının nedenleri üzerine düşünmek meşru sayılabilir mi? Ya da, faydalı bir fikir egzersizi olabilir mi? Burada, böyle bir egzersizin sonuçlarının barış mücadelesine katkılarını sınayacağız.
Fisk nerede yanlış yaptı?
Fisk’in yanılgısı, Freudyen bir dil sürçmesi gibi duruyor: Sanki yanlışlıkla Kürtler deyivermiş gibi, hatırlatılsa düzeltecek. Analojimizi takip edersek, Fisk’in yanılgısının bir dil sürçmesi hızında bize gösteriverdiği gerçeklik nedir?
Birincisi, Kürt ulusal kimliğinin zaten bu acılarla kurulduğu gerçeği olabilir. İhanete uğrayan mazlum halk anlatısı, olgulardan bağımsız olarak bir ulus kurgusunun sıklıkla baş vurduğu bir kalıptır. Eğer zulme karşı mücadele başarılı olmuş ve bir devlet kurulmuşsa, genellikle bir kurtuluş hikayesi de bu kalıba eşlik eder. Türk’ün ve Türkiye’nin kuruluş hikayesi de benzer şekilde anlatılır. Ulusal kimlik, bu anlatıları öncelemez, bu anlatılarla inşa edilir: Kürt ihanete uğramaz, zaten ihanete/zulme uğrayan Kürt’tür. Suruç’taki bombalı saldırıyı düzenleyenler, Suruç’taki gençleri Kürt kılmıştır. Fisk’in hatası, ilkin bu gerçeği ortaya koyuveriyor.
Fisk’in yanılgısının işaret ettiği ikinci olgu şu olabilir: Mazlum ulusun karşısında yine uluslar vardır, örneğin Kürt’ün savaştığı ve Kürt’le savaşan, Türk’tür. Böylece, Rojava ve Kobane’de IŞİD’e karşı olduğu oranda ulusallıktan çıkan ve Kürtlerin değil savaşa karşı barış isteyenlerin, erkek saldırganlığına karşı kadınların mücadelesi olarak kendini gösteren savaş, Suruç ve Kandil bombalamalarından sonra yeniden uluslaşmıştır. Fisk’in yazısında olduğu gibi, reelpolitik söylemlerde de Kobane bir ulusal başarı hikayesidir. Fisk’in yazısından yukarıda suruç hakkında alıntıladığımız bölümden hemen öncesi şöyledir:
“Ve Iraklı Kürtler, geçen yıl IŞİD’le savaştığında, Amerikalılar yine Kürtleri kullanmayı tercih etti, Türkiye Kürdistan’ın Batı’nın savaşında öncü kuvvet haline gelmesini çaresizce seyretti. Kobane, küçük bir Stalingrad’dı ve Marksist Kürtler tarafından savunulması Türkiye’nin vaziyetini daha acıklı hale getiriyordu. Suriye ve Irak’ın kuzey hattındaki PKK (Kürdistan İşçi Partisi) savaşçıları kahraman olarak görülüyordu. Buna müsaade edilemezdi...”
IŞİD’in Türkiye topraklarında, Suruç’ta Kürtlere açtığı savaş cephesi, Türk uçaklarının Kandil’i bombalamasıyla sürmektedir. PKK de Fisk’in yazısında belirttiği şekliyle iki ‘Türk’ polisi öldürerek bu cephede (yeniden) savaşmayı kabul etmiştir. Yani, Ortadoğu’da bir Kürt-Türk savaşı olgusu vardır.
Fisk’in yanılgısının yazının bütünündeki yeri de gözetildiğinde görünen üçüncü olgu, savaşın emperyalist niteliği olabilir. Gelişmeler üzerine yazan Türk köşe yazarları, genellikle iki savaş tehdidi tarif ediyorlar. İlki Türkiye’nin Suriye’de savaşın içine çekilmesi tehdidi, ikincisi de bir iç savaş tehdidi. Oysa Fisk’in yazısı adeta iç savaş ihtimalinin üzerini çiziyor: Türk-Kürt savaşı başından itibaren bir emperyalist savaştır. Bu savaşın Suriye’de sürüyor olması şaşırtıcı değildir (yazının Türkçesinde değiştirilen orjinal başlığının çevirisi ‘Türkiye-Kürt savaşı: Tüm bölgesel güçler Kürtlere ihanet ettiğinden Türkiye’nin bombalaması şaşırtıcı değil’ şeklindedir. [Turkey-Kurdish conflict: Every regional power has betrayed the Kurds so Turkish bombing is no surprise]).
Bir dil sürçmesi hızında ortaya çıkan gerçeklerin sağlamasını yapmak için sıralamayı başaşağı çevirmeyi deneyelim. Bir yönetim birimi olarak ulus-devleti değişmeye zorlayan koşullar hala kapitalist ve emperyalist koşullarsa eğer, çözüldüğü ifade edilen ulusal birimin yerini sınıfların alması beklenemezdi. Emperyalist savaş ve kapitalist devlet, kimlik olarak ulus üretmeyi ve toplumun yönetsel birimi olarak kimlikleri tarif etmeyi sürdürüyor.
Bir yandan da ister istemez ulusa dayalı yönetim yapısının kapitalist-emperyalist alternatiflerini arıyor. Şirkete benzer ve ulus kimliğine dayanmayan yapısıyla IŞİD’in bu arayışın karanlık yönünü temsil ettiğini düşünürsek, Rojava/Kobane başarısı da bu karanlığın karşısına çıkarak onun alternatifini yaratma umudunu temsil ediyor.
İşte bir umut ve bir fikir olarak bile katlanılmaz, müsaade edilemez olan budur: Emperyalist savaşın ortasında şirket gibi yönetilemeyen ve ulus olmayan bir yönetsel birim. Böyle bir ‘özyönetim’ iradesi, en vahşisinin bile ‘bölgesel güç’ olarak kapitalist erişime açık olduğu bilindik aktörler yapısını kökten değiştirebilir. Belki de otomatik bir önlem olarak emperyalist savaş, Türk ve Kürt kimliklerini birbirinin karşısında tekrar üreterek Rojava/Kobane ihtimalini bildiği dile tercüme ediyor: Ulusal mücadele diline. Suruç’taki IŞİD saldırısı, böylece emperyalist savaşın içindeki bir cephe olarak, Türk’ün Kürt’e saldırısı olarak görünüveriyor.
Emperyalist savaş, iç savaş
İşte Fisk’in yazısındaki önemsiz bir dil sürçmesi gibi görünen yanılgı, içselleştirdiğimiz ve bilinçdışına ittiğimiz bu travmatik gerçekliğin, emperyalist ve reelpolitik bilginin, bir an için görünüvermesini sağlıyor. O halde, bu yanılgıyı önemseyerek, tüm hikayeyi düzeltmeye bu hatayı düzeltmekle başlamak gerekiyor.
Suruç’ta yapılan saldırı, Kürt’ün makus talihini, Türk’ünkiyle birlikte ortadan kaldırma umuduna yapılan bir saldırıydı. Gezi’den sonra daha mümkün gibi görünen Türk’ün Kürt’le temas kurmasını engelleyip Kürt’e dokunan Türk’ü Kürt (yani terörist ve benzeri tüm cezayı hakeden toplumdışı suçları işleyen hain kişiler) kılmaya yaradı. Aslında Ortadoğu’da mazlum ama önemli bir aktör olan Kürtlere değil, barış isteyen ve taraf olan Türklere, kadınlara, sosyalistlere, savaş karşıtlarına yapılmış bir saldırıydı. Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun barış umudu olarak görülen Kobane’nin savaşta kazanılan bir Kürt cephesine indirgenmesi tehdidini yarattı. Savaşı Türkiye’de ve Ortadoğu’da emperyalist bir savaş olarak ve bir uluslar savaşı olarak yeniden kuran bir saldırıydı.
Türkiye devleti bu emperyalist savaşın içindedir. Tersi de geçerli elbet: emperyalist savaş da Türkiye’nin içindedir. Türkiye savaşı kendi coğrafyasındaki cephelerde mi verir, Ortadoğu coğrafyasına da taşır mı, veya yoğunluğunu yüksek mi tutar düşük mü tutar, bunu şimdiden kestirmek çok mümkün görünmüyor. Ancak önünde bu savaşla işaretlenmiş bir Türk ve Kürt yaratma programı olduğunu söyleyebiliriz. Eğer önümüzde bir tehdit varsa, budur.
Türkiye’nin bundan sonraki hayatı en azından yakın gelecekte, savaşsız geçmeyecek. Tekrar edelim: Bu savaş Türk-Kürt savaşı olarak, ama bir iç savaş değil de emperyalist bir savaş olarak sürüp gidecek. Daha kötüsü, bu savaşın ‘sonundaki’ herhangi bir barış, Türk-Kürt barışı olarak, aslında bir ayrışmanın kabulü ve çatışmasızlık olarak yaşansa da sonrasında yerini yeni bir savaşa bırakmaya hazır olacak.
Elbette tehdidin kapsamının faşizme doğru genişlemesi de beklenmeli. Savaş, yönetenlerin en büyük korkusu olan yönetememe korkusunu ortadan kaldırmaya yarar. Savaşın tarafı olmayı reddeden her politik ses susturulur, hamaset dışı söylemler suç sayılır, otobüste konuşmaya ve belirli gazeteleri yanımızda taşımaya korkarız, tüm politik söylemler ve eylemler ‘Kürt müsün (terörist misin), Türk mü?’ sorusuyla boğulur. Soruyu reddetmek mümkün olmaz, cevap vermeyenler zaten Kürt’tür.
İnternetin ve medyanın ne zaman açılıp ne zaman kapatıldığı takip bile edilemez. Her türlü hak mücadelesi yasaklanır, valiler, kaymakamlar ve polis müdürlerinin isimlerini ezberleriz, gizli polislerin ve jurnalcilerin çevremizi sardığı paranoyasıyla yaşarız, gizli polisler ve jurnalciler çevremizi sarar. Ülke güvenlik görevlileri ve güvenlik yasalarıyla yönetilmeye başlanır. Güvenlik görevlilerinin hepimizi teker teker tanıdığını hissederiz, yalan söylemek aynı anda hem imkansız hem de kaçınılmaz olur. Güvenlik görevlilerinin ve teröristlerin ölüm haberlerine alışır ve onlardan sıkılırız. Savaştan başka hiçbir şeye yer kalmaz, zaten izin de verilmez; her türlü hak talebi, her türlü politik talep, günlük sosyal hayata ve geçime dair tüm talepler susturulur, ta ki her talep barış talebine dönüşünceye kadar.
Savaşla barışın savaşı
Gezi’den Suruç’a kadar geçen sürede hiçbir şey görmediysek, barış talebinin partilerin programlarında veya aktörlerin aksiyon listelerinde yer alan bir başlık veya politikaların ve yönetsel gücün konularından ve düzenleme nesnelerinden biri olmayıp toplumsal bir talep olabildiğini gördük. Barış talebi hala toplumu kesen çeşitli hegemonik eksenleri (Türk/Kürt, Alevi/Sünni, Laik/Antilaik) yeniden çizecek veya boşa çıkarabilecek bir bölünme ekseni yaratmaya aday.
Bu şekliyle belki de ilk defa karşılaşıyoruz: 12 Eylül’de olduğu gibi huzursuzluğa karşı huzurun sağlanması değil, savaşın son bulması isteniyor. Bir katarsis, yani filmin sonunda bir tarafın kazanması veya herkesin ölmesi ve böylece acıya maruz kalan kimsenin kalmaması değil, barış isteniyor. Bu barış, yönetmeyi zorlaştırıp “mal nizamını” da riske sokabilir. Toplumsal barış iş barışına benzemez, daha çok işçilerin birbirleriyle barışına, işçi aristokrasisinin yerini işçilerin oklarını patrona çevirmesi ihtimaline bırakmasına benzer. Kapitalist devlet ve emperyalist savaş, diğer taleplerle birlikte bu talebi de ortadan kaldırmak veya manipüle etmek için vardır.
1990’larda çok sık kullanılan, savaş bitmeden eskiyen bir sloganda, ‘savaşa değil eğitime/sağlığa bütçe’ ifadeleriyle bazılarımıza ‘orda, uzakta’ yaşanıyor gibi görünen savaşın sürekli yanımızda olduğu, herkesi etkilediği hatırlatılırdı. Ayrıca bu slogan devletin topluma bir zorunluluk gibi sunduğu savaşın yerine gerçek zorunlulukları, toplumsal talep olarak devletin önüne koymaya çalışırdı.
Üçüncü olarak da, toplumun alt kesiminin bir talebini ifade ederek savaşın yerine sınıf çatışmasını öneriyordu: Kürtler devletle savaşırken, batıdaki yoksullar da oklarını devlete çevirsin. Sloganın pratik işlevi de, üniversiteler gibi toplumsal alanlarda bulunan solcuların yerel meselelerle (sabun sorunu denirdi) ülke gündeminin nasıl br arada ele alınacağına dair sorularına cevap vermesiydi: Mesela üniversitenin savaşa karşı olmasına bir gerekçe sunuyordu. Ancak, bu sloganın Kürt’ü görmediği, daha doğrusu savaşın bir Kürt-Türk savaşı olduğunu görmeyi reddettiği iddia edilebilir. Türkiye solu büyük oranda bu savaşa ‘maruz kalmıştır’, yani ne tarafından tutunursa tutunsun aktif bir tavır geliştirme imkanı bulamamıştır. Bugün bu sloganın kendini değilse de işlevini günün koşulları ve ihtiyaçları uyarınca tekrar hatırlamak gerekiyor.
‘Bildiğimiz devletin’ önümüze yeniden koyduğu ‘bildiğimiz savaş’, bu sefer Türklerden ve Kürtlerden aktif bir katılım bekliyor. Bugün aktif bir şekilde savaşın Türk-Kürt savaşı oluşuna karşı çıkmak durumundayız. Savaşı reddedecek kadar güçlü değilsek, savaşın kendisine karşı savaşmak durumundayız. Devlet(ler)in biçtiği askeri elbiseleri giymeyi reddederek ve emperyalist savaşın veya Türk-Kürt savaşının açıldığı cephelerden kaçarak bir barış cephesi kurmalıyız. Savaş bloğuna karşı her nereyi evimiz belliyorsak oradan kendi savaşımızı açmak durumundayız.
Özetle, bugün karşı karşıya olduğumuz savaş tehdidine karşı alınabilecek en iyi önlem, bu savaşın yerine başka bir savaşı koymak olabilir. Kobane sıklıkla Stalingrad’a benzetilirken, bir başka eski sloganın saati yeniden çalıyor. Büyük emperyalist savaşların ilki olan Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında barışın bir toplumsal talep olarak yükseldiği Rusya’da Lenin’in ‘emperyalist savaşı iç savaşa çevirin’ çağrısı, sovyetlerin devrimini olanaklı kılmıştı.
Bugün belki de tekrar emperyalist savaşın iç savaşa çevrilmesi gerekiyor. Yönetildiğimiz tüm coğrafyaların ‘içinde’ yer alacak bir savaş: Barışla savaşın savaşı. Barış cephesinin emperyalist savaşla savaşı. Toplumsal bir talep olarak barışın emperyalist savaş zorunluluğuyla savaşı. (EA/NV)
* Robert Fisk'iin yazısının orijinaline ulaşmak için tıklayınız.